1 Kasım 2012 Perşembe

Ya öğrenicen yada Tedbirini alıcan :)

  Üniversite öğrencilerinin geneli memlekete gittiklerinde sıkılırlar bide tatil uzun solukluysa. Bende o sıkılanlardan biriydim. Sıkıldım patladım resmen düşündüm düşündüm na yapsam ne etsem. Döküm yapmaya kara verdim. Malzeme olarak plastik dökücem. 
  Neyse evde bir kaç tane parça plastik topladım bunlardan biride ısınmaya karşı korunan şartel plastiği. Ben bunların hepsi parçaladım kimisi eridi kimisi yandı şartelin plastiği erimiyor. Neyse oturdum bilgisayarın karşısına ne neyden yapılır hangi plastikler kullanılır. Ne kadar sıcaklık gerekir. Nasıl dökülür. Öğrendim sonra ikici aşama olarak malzeme bulmaya geldi sıra. Aranan malzeme polietilen.
  Bismillah dedik gittik samsun sanayi bölgesindeki plastikçilere. İsim vermek istemiyorum ama başta afacan plastik olmak üzere arkadaş adamlar dalga geçiyorlar sen yapamazsın enjeksiyon makinası lazım o lazım bu lazım sen git yat evinde dediler resmen. Çok sinirlendim öle böle değil.
Neyse gittim teyze oğlunun yanına Bilal abi dedim bana polietilen lazım plastik döküm yapıcam. Kendisinin sanayi bölgesinde güğüm imalathanesi var. Tamam gel bakalım dedi. Çıktık sanayide plastikçi arıyoz. 
  Birden hızlı bir sağnak başladık saklanıcak yer arıyoz bi baktık plastik naylonlar felan var dışarıda bi daldık içeri
- Selamın aleyküm kolay gelsin
-Aleykümselam sağolun, buyrun ne aramıştınız.
- Polietielen varmı sizde?
(Dükkanın diğer tarafını gösterdi)
-Mühendisin yanına gidin size yardımcı olacaktır.
-Teşekkürler
(Mühendisin yanına geçtik)
- Kolay gelsin
- Sağolun ne aramıştınız
- Polietilen 
- Ne kadar ?
- İşte bir kaç kilo kadar
- Ne yapıcaksınız ?
- Döküm yapıcam onun için
- Enjeksiyon makinanız mı var,?
- Hayır
- Nasıl döküceksiniz ?
- İşte tenekede eriticem kalıba dökücem
Mühendis başladı gülmeye. Ben sinirlendim ciddileştim. dedim ne kadar kilosu alıp gidelim. Sen ciddimisin. Başladım anlatmaya ne yapacağımı adamın birden tavrı değişti. Tamam dedi gel benle.
gittim bi poşet tutturdu elime yaklaşık 10 kg büyük poşetlerden dikti polietilen çuvalını abi dedim dur fazla bu dinlermi doldurdu bağla ağzı gel dedi.
Artık yüzsüzleştim gittim bi poşet daha açtık polipropan dedi tekrar dikti çuvalı onuda doldurdu dedim fazla bunlar dinlemedi. onu bağlattı tekrar çağırdı yanına bu sefer gittiğimiz yerlerde kovalar vardı içlerinde renkler dedi bunlardan fazla veremem bir renk seç.
Kırmızı olsun beş kuruş fazla olsun dedim ve kırmızı dedim. Bir bir maşraba kırmızı verdikten sonra.
sana kolay gelsin para felan konusu açma dedi. Bitince tekrar gel hallederiz dedi.Teşşekkür edip çıktım dükkandan.
                                                             POLİETİLEN
                                                           POLİPROPAN
                                                      Renkli Polietilen


Artık sıra geldi eritme işlemini yapmaya. Sıvı yağ tenekesini aldım. ikiye böldüm. peşinede 5x5x50 cm uzunluğunda kalası aldım çaktım ve verdim ateşe peşinden aldım kağıdı kalemi elime başladım gözlemleri yazmaya. fazla sürmedi eridi yaklaşık 20 dk ama ne erime her taraftan ateş çıkıyor. Polietilenler yanıyor. Neyse su gibi oldu ama akışkanlık biraz yavaş. döktüm mobilyadan yaptığım sıcak kalıba :)



                                                 Ateşler polietilenden çıkıyo :)



Neyse döktük. Sonuç olarak bana 15x15 uzunluğunda 0,4 kalınlığında  bir levha çıkıcak kalıptan.
Artık açma vakti. Tek çarpma darbesiyle açıldı kalıp ve çıkanlar bunlar. :)
Sonuç:
Döküm ince, kırılgan ve yanmadan ötürü siyah.
tekrar otur bilgisayarın başına araştır. Sıcak kalıp olması gerekiyor ve içine demir tozu, alçı atarsam olay tamam. Tekrar başladık eritmeye içine attıklarım sayesinde polietilen yanmıyor. Eridi ve artık döküm vakti.
Ateşin içinde ısıttığım ve demir profilden yaptığım kalıp ateşte bembeyaz olmuş. Maşayla çıkar dışarı tenekeyi yavaşça devir sıcak kalıba........PUFFFFFF diye bir ses.
sıcak kalıbın polietilenle birleştiği anda bir ateş 3 metre uzunluğundaki çatıdan yaklaşık yarım metre geri püskürdü yani 3 metre yukarı çıktı alev ve geri yansıdı. Az kalsın yüzümden oluyordum. Ama yaptığım yine işe yaramadı kaynağı kontrol etmeme rağmen sızıntı yaptı ve polietilen kalıpta durmadı.
O yüzden ya iyice öğreniceksin öle yapıcaksın yada tedbirini alıcaksın ...........

1 Ekim 2012 Pazartesi

Sadece İlk Kararı Vermekte Özgürsün

   Adamın biri bilge bir kral olmakla ün salmış kralın yanına gider. Krala şunu sorar "Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük var mıdır?" Kral "Elbette" der "Kaç bacağın var senin?" Adam soruya şaşırarak "İki efendim" der. Kral "Pekala, tek bacağının üstünde durabilir misin?" "Elbette" diye cevap verir adam. Kral "O halde hangi bacağın üstünde duracağına karar ver". Adam biraz düşünür ve sol bacağı üstünde durmaya karar verir. "Tamam" der kral "Şimdi de öteki bacağını kaldır." Adam şaşırır "Bu imkansız kralım" der. "Gördün mü?" der kral " Özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün. Ondan sonrasında değil."
   Tiziano Terzani'nin Atlıkarıncada Bir Tur Daha adlı kitabında okuduğum bu küçük öykü yıllardır tartışılan özgürlük kavramı üzerinde bir kez daha düşünmeme yol açtı. Hayat gerçekten böyleydi. İlk kararı alıyordun ve gerisi o ilk karara bağlı olarak gerçekleşiyordu. Hayat hata kabul etmiyordu. ilk kararın doğruysa işler yolunda gidiyordu ama eğer yanlış bir karar aldıysan, her şey zincirleme yanlış gidiyordu.
   Mesela mesleğini seçerken... Hasbelkader, iyi düşünmeden, yeteneklerinin farkında olmaksızın bir meslek seçtiğinde ömür boyu işini zorla yapmaya mahkum oluyordun. İşinin başındayken başka bir iş yapmayı özlüyordun. Ama biliyordun ki; özgürlüğünü kullanmış ilk kararı vermiştin ve yeniden başlama cesaretin yoktu. Bazı insanlar vardı hayatta...Onlar ise her şeyi arklarında bırakıp yeniden başlayacak kadar cesurlardı. Ama sen onlardan biri olamıyordun. Bunca emek bunca çalışmayı sanki çöpmüş gibi bir çırpıda atıveremiyordun. Oysa göz ardı ettiğin bir şey vardı. Hayat çok kısaydı ve mutsuz olduğun işlerle zaman öldürmek aynı zamanda ruhunu öldürmekle eş anlamlıydı.
   Evlilik konusunda da iyi karar vermek gerekiyordu. Yanlış bir karar aynı evde yaşayan iki düşman yaratabilirdi. Aşk zorunluluğa dönüşebilir ve hayatını cehenneme çevirebilirdi. İlk kararı alıyordun, bu konuda özgürdün ama devamında senin kararına bağlı olmayan pek çok şey gerçekleşiyordu.
Hayat kararlardan ibaretti ve kararlar birer kibritti. Doğru yerde ateşlediğinde seni ısıtacak ateş, çorbanı kaynatacak ateş oluyordu, yanlış yerde ateşlediğin vakit ise içinde bulunduğun evle birlikte seni de yakıyordu.
   Hayat öyle basite alınacak bir oyun değildi. Oyunun kurallarını bilmen ve ona göre oynaman gerekiyordu. Ama çoğu zaman oyunun kurallarını bilmek yetmiyordu. Çok daha önemli olan başka bir şey vardı. Kendini bilmek... Ne istediğini, neyin seni mutlu edeceğini ve kim olduğunu, neler yapabileceğini bilmek zorundaydın. Ancak o zaman doğru kararlar veriyor ve mutlu bir hayata sahip oluyordun.
   Ve kararlar birer kibritti... Ya kendini yakıyordun ya da ısıtıyordun...

1 Eylül 2012 Cumartesi

TRABZON'dan

'' Seyyah projesi denen bişi varmış '' dedi arkadaşın biri seni doğum gününde trabzona götürcem haberin olsun die devam etti.
 Bu proje gençlik ve spor bakanlığı tarafından düzenlenmeye başlayan bir program. Bakanlık başta sporcu olmak üzere gençleri alıyor ve değişik illerdeki gençlerle tanışma kaynaşma ve gidilen yerlerdeki tarihi güzellikleri tanıtmak yaşatmak.... ayrıntılı bilgiye Seyyah ulu Çınarın izinden burdan ulaşabilirsiniz.

  İlk günler okadarda güzel değildi uzun göle felan fülan bence oradaki belediye çalışmasından dolayı öle olduğunu sanıyorum sıfır ya orada birazcık belediye çalışması olsa 10 numara 5 yıdız olur ama sanki orası trabzon için olsada olur olmasada olur . Ama manastır için yaynı şeyleri söyleyemem.
Rehber '' arkadaşlar çıkarken biraz yorulcaksınız artık ama bu güzel bi yorulma olucağına eminim.'' derken geldik dağın önüne biz da bişeyden haberssiz manastırı arıyoruz.
''buyrun arkadaşlar 45 dk lık doğa yürüyüşüne ''
arkadaş nasıl yürüyüş o bildiğin dağa tırmanıyoruz.
ya allah bismillah dedik başladık tırmanmaya gerçekten çok güzel oldu hafif yamurun altında daldık ormana yürü allah yürü bitmiyo hava nemden olsa gerek yok bulnaltıyo mecburen çıkardık yamurlukları terlemeye başladık die ama bu seferde yamurdan ıslandık neyse 45 dk sonunda manastır göründü.
resimlerden de anlaşılacağı gibi bittim ya pert oldum.



















ama aşşası muhteşem bi görütü var bence o yorgunluk hiç manastırı bulduğumuzda yolunu kaybetmiş bir gemi nasıl bi kara gördüğünde sevinir bizimkide aynı o hesap manastırı gördük başladık havalara uçmaya ama bu seviç fazla sürmedi girdik manastıra artık herkeste bi heves odaları gezcez bende de makina fotoğraflarını çekicekmişim. :)
ARKADAŞ YA BU ESKİ YAPILARIN KAPISI KÜÇÜK OLUYO YADA BEN GERÇEKTEN BÜYÜĞÜM.
Derken bi girdik kapıya bodozlamasına kafa mafa kalmadı ya nasıl zongluyo bide milleti bana bakarak koca kapıyı görmedin mi demesi öldürüyodu resmen ya.Zaten etraf bir kalabalık bir kalabalık kafam şişti onamı yanayım millete rezil oldum onamı yanayım bilemedim neyse gezdik dolaştık  geldik. Mutlaka gitmenizi tavsiye ederim gidersenizde arabayla değil yürüme çıkın manastıra.

Manastırın yapılış efsanesi :)
Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Aleksios'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır.

Tarihçesi

Kilisenin MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılmaktadır. Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmış, hatta Trabzon'da Maşatlık mevkiinde benzeri bir mağara kilisesi daha vardır. Kilisenin ilk kuruluşu ile manastır haline dönüşümü arasındaki bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Aleksios'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır. [1]
14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastırın statüsünde Osmanlı fethinden sonra bir değişiklik olmamıştır. Yavuz Sultan Selim'in Trabzon’da ki şehzadeliği sırasında iki büyük şamdan buraya hediye ettiği, Fatih Sultan Mehmed, II. Murat, I. Selim, II. Selim, III. Murad, İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman ve III. Ahmed'in de manastırla ilgili birer fermanları bulunmaktadır. Osmanlı döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar, Trabzon ve Gümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve kuzey Gümüşhane'de Hıristiyan ve gizli Hristiyan köyleri ile çevrili bir alan oluşturmuştur.[2]
18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918’e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargahı olmuş, nüfus mübadelesi ile bölgedeki Hristiyanların Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terk edilmiştir.[3]
Yunanistan'a mübadele ile göçen Karadenizli Rumlar Veria kentinde Sümela adını verdikleri yeni bir kilise inşa etmişlerdir. Her yıl Ağustos ayında tıpkı geçmişte Trabzon Sümela'da yaptıkları gibi yeni manastırın çevresinde geniş katılımlı şenlikler düzenlemektedirler.
2010 yılında Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'nin izni ile Hıristiyanlarca Meryem Ana'nın göğe yükseliş günü olarak kabul edilen ve kutsal sayılan 15 Ağustos günü 88 yıl aradan sonra ilk ayin düzenlenmiş, ayini Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos yönetmiştir.
Freskler [değiştir]



Sümela Manastırı'nda bir fresk
Kilisenin içi fresklerle kaplıdır:
Kilise içinde Meryem figürleri Gürcülerin kullandıkları Gürcü madonna şeklinde resmedilmiştir.
Asıl kilisenin absid kısmında, güney duvarında yukarıda Meryem'in doğuşu ve mabede sunuluşu, tebliğ, İsa'nın doğuşu, mabede sunuluşu ve hayatı, altta İncilden resimler.
Güney kapısında Meryem'in ölümü ve havariler.
Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılışı, Tanrı'ın tembihi, İsyan (Adem ile Havvanın yasak meyveyi yemeleri), Cennetten kovulma. 3. sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü.
Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır.




3 Haziran 2012 Pazar

Armutun İyisini Ayılar Yer

KalifoKarniya’ da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’ nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti: ‘Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
‘Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini ‘ ‘Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin? Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’ Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, ‘O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim’ dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, ‘Sen benim kahramanımsın’ duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım.
Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
‘Nasıl yani?’ dedim.
‘Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.’
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu ‘ayı’ olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.
Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. ‘Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir, ‘ dedi ve iki gün sonra, ‘Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,’ dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, ‘O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, ‘ dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti.
Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. ‘Evet’ yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. ‘Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz’, dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a ‘Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!’ dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, ‘Tabii, onlar küçük insanlar!’ yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu.
ayıcık ve çocuk
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14′te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: ‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum: ‘Baban seninle randevulaşır mıydı?’
‘Evet’, dedi, ‘yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, ‘Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!’. Gülümseyerek, ‘Nereden biliyorsun?’ diye sordum.
‘Biz Frank’le konuştuk’ diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendiçocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, “Ne yapabilirim?” sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur.
Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, var oluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.
Yazan: Doğan Cüceloğlu


Kaynak : http://www.kendinigelistir.com/dogan-cuceloglundan-armudun-iyisini-ayilar-yer/#ixzz1wjl7FjnM

Pages - Menu